19 Ocak 2011 Çarşamba

Boxer röportajı -Meggy Özyel


the immaculate guy!

Guney Kaliforniya sicagi. Buram buram. Senenin buyuk kisminda bunaltmayan, parildayan, uzeri acik arabalarin yasama sebebi, Los Angeles’i film endustrisinin merkezi olarak tutan guzelim Guney Kaliforniya gunesi.

Emrah Yucel bastan asagi siyahlar icerisinde. Simsiyah. Bileginde kolundan cikarmadigi siyah deri bileklikleri, koyu renk camli gunes gozlukleri, dunya eglence sektorunun kalbi Los Angeles’ta, ismen fazla bilinmeyen fakat sektorun kalbinin attigi Culver City’de bir otoparkin onunde yeni arabasina biniyorum. Evet, tabiki siyah. Fakat onu cok predictable * da sanmayin. Diger arabasi beyaz!

Duzgun. Net. Temiz….
Sifat secmeye calisiyorum.
Efendi. Adam gibi, adamakilli. Centilmen. Saygin. Kusursuz gorunumde. Terbiyeli.
Yok; olmuyor hicbiri. Hayatinin artik hatiri sayilir kismini Amerika’da gecirdigi icin Ingilizce bir karsilik bulacagim.

Immaculate! *

Tamam! Immaculate! Sozluklerinize atlamayin; yazinin sonunda lugatla geliyoruz!

Emrah Yucel’le tanisikligimizin evveliyati var. Ben onun “Emrah Yucel” oldugunu biliyorum. Daha dogrusu kendisini degil, ayni zamanlarda anne oldugumuz icin esini taniyorum. Ortak cevreler, arkadaslar, es, dost,, akraba var. Bir avuc Turk’uz Melekler Sehri’nde. Emrah Yucel trivia’m fazla kuvvetli degil. Film sektoru ile ilgili bir isler yaptigini biliyorum. Afisci desem? Diyemem. Henuz ne is yaptigni bilmesem bile grafik sanatina bagli, muhtemelen gerisinde senelerce egitimi, ve ciddi bir estetik zevki barindiran bir is dalini “afisci” olarak tanimayamayacak kadar kulturlu sayiyorum kendimi. Fakat konu ben degil. Konu Emrah Yucel. Hollywood’a afis yapan, bunun yanisira bu sehri ayakta tutan, dunyanin da “entertainment” kaynagi Los Angeles’ta bizi magazinsel anlamda degil de “adam gibi” temsil eden Emrah Yucel. The immaculate guy! *

“Sadece afis degil tabiki yaptigimiz. Filmi alip onun pazarlanmasi icin tanitim paketini bir araya koyuyoruz. Bunun sonrasinda DVD kapaklarindan tutun, gazete ve dergi ilanlarina, billboard’lara varana dek filme tum grafik destegi sagliyoruz” diyor onu “afisci” olarak tanimlayanlara. Size birsey diyeyim mi? Bu adam afisci ise, bu ofis ortami ve bu zevk, estetik, kultur ve tutku “afisci” olarak ozetlenecekse, varsinlar bana afisci desinler. Yasarim. Lakin yine Yucel’e donelim!

Bu ilk bulusmamiz degil. Daha once birlikte Culver civarlarinda birkac restorani ziyaret etmisligimiz, akillara ziyan ofisinde vakit gecirmisligimiz var. Bir tanisiklik sebebiyle de sabah kahvalti sofralarina da konuk oldum evlerinde 5 gun.

Kelime dagarcigima ve yakin gecmise ait bu tanisikliga ragmen tanimlamakta zorlandigim bir sahis Yucel. Aslinda sebebini biliyorum. Iltifat kaldiramiyor. Hakkinda iyi yazilirsa uzerinden geciyor; kelimeler kulagina carparsa kafasini diger yana ceviriyor. Gozlerine kilitlenip iltifati duysun, gorsun, farketsin ve sahiplensin istiyorsaniz da gozlerini kaciriyor. Hep bir “Aman canim, daha iyisi, daha otesi vardir!” havasinda. Alip sarsmak geliyor icinden insanin. Nerede oldugunu, durdugunu, neler yapmis oldugunu farketsin istiyorsunuz. Belki de hepsi poz. Belki de Hollywood bulasmis uzerine. Bu mutevazilik, bu tutku….. Sanirim tam cozmek icin terapi koltuguna yatirmak gerekiyor icerideki adami. Onu da sever, belli. En sevdigi dizilerden biri yarim saatlik segment’lerden olusan ve basrolunde Gabriel Bryne’in oynadigi ve harikalar sergiledigi In Treatment *dizisi. Her gun, yarim saat, terapist ve koltugundaki o gunku hastasi.

Onun hakkinda yazmaya baslayabilmek icin (goruluyor ki halen yaziya giremiyorum) eski yazmis olduklarimdan birine donuyorum. O anda farkediyorum ki Emrah Yucel hakkinda bir yazi yazilasi bir adam degil. “Yazi dizisi” gerekiyor. 3.cocugu, kendi ismini tasiyan www.emrahyucel.com websitesi icin, stili ve bu stilin altini destekleyen takip ettikleri icin, LA hayati icin, Turkiye hakkindaki fikir ve dusunceleri ve ulkesine samimi sekilde vermek istedikleri icin, sirketleri ve bilhassa Iconisus icin, Turkiye’de film ve yetenek sektorunde cigir acacak yeni websitesi icin (simdilik ismini gizli tutalim) , basarmis olduklari ve vizyonunda beklemede olanlar icin…. tefrikalar halinde... fasikuller halinde...

Cok sicak bir Kasim gunu acik havada oglen yemegi paylasmadan once – ki bu ogle yemegi ve mekan baslibasina bir yazi gerektirir- yine cok sicak bir yaz gunu, yine Culver City’de bir Fransiz bistrosunda yenilen ogle yemegi var. Ve o ogle yemeginde paylasilan birkac proje. Isimleri, konseptleri, imzalari ve rakamlari cok buyuk, ve paylasirken catali bicagi birakmayi gerektiren bir projeler. Arada bir konudan kopup karsimda konusan adamin agzina takiliyorum, cikan kelimelerin Turkce oldugundan emin olmak icin. Karsimda konusan gercekten Turk mu? Yani tek sarkisi hasbelkader yabanci birkac radyoda calinmis ve “Amerika’da Turk’un yuzunu agartan”, B hatta C listesine ait adi yari bilinir aktorlerle film cevirip “Hollywood’da gogsumuzu kabartan” veya tipta (veya bir klinikte) cigir acip, Istanbul’dan Ardahan’a kimsenin adini dahi duymadigi bir doktordan bahsetmiyoruz. Bu adamin adini bilin, bilmeyin. Bu adam her anlamda isi bitirmis! Iliklerine kadar Amerika’li, sonuna kadar Turk, ve (tamamen sahsi yorumum) ileri 3 adim atip sonra Turkiye’nin kendisine yetismesini bekleyen bir kultur elcisi. Kultur derken de kelimenin altini cizip, mumkunse koyulastirip ve agirligini vererek, dolu dolu okuyun. Kultur!

Sesinin tonunda “goruyorsunuz”. Bugun ve bundan sonra “taa Amerikalarda” yapacaklarinin ve basaracaklarinin cogunu buyuk bir sevkle Turkiye icin yapacak bir insan o. Insan kelimesi ile ingilizce’deki “Insane” kelimesi arasinda tek bir harf ilavesi var. Bana gore Yucel “insane”! Yani bir cilgin. Resume’sinde cok ornek var bu klinik durumuna ait. Evet, Hollywood’da parayi kazaniyor kzanmasina ama bircok projede gidip Turkiye icin cebinden saciyor.

“Turkiye icin, Turkiye ile alakali, Turkiye hayrina, tanitimina yonelik muthis bir caba vakit, emek, para….. butun bunlari sadece kendi isine adasaydin, aktarsaydin, bugunden kac sene ileride olabilirdin?” soruma soyle bir cevap veriyor:

“Is olarak daha ileride olacagimi zannetmiyorum. Bu cabayi Ingiltere icin sarf etseydim 'Sir' , Fransa icin sarfetseydim ' Legion d’Honeur' alirdim herhalde. Saka bir yana ciktigin nokta, kodlandigin yillar cok onemli. Nereye gidersen git ne olursan ol, kendine donmek zorundasin”. Rahmetli Sakip Aga’nin, bir ucak yolculugu esnasinda Yucel’in kulagindan cikmayan sozleriyle : Sen bu topraklarda dogup buyumus bir agacsin ve simdi meyvelerini vermeye baska topraklara gidiyorsun... Unutamadigi icin, meyvelerini nerede verirse versin, serpistirmek icin cekirdeklerinden her zaman Adana’ki arka bahceye de ayiran bir adam olmus Emrah Yucel.

Son derece saglikli ve omega 3 yuklu ogle salatalarini HBO, Fox, Universal’daki kopek baliklari ile yiyen (burasi icin iyi bir tanim; adamlarin sakaya alinmamasi gereken isirma kapasiteleri ve kudretlerinden bahsediyoruz) Emrah Yucel’in Turkiye’deki bakanliklar, burokrasi, evrak, hal, hatir ve gidisat, ters akintiya kurek cekme ve belirli basari seviyesine ulastiginda ulkesinin adini anmayanlara inat halen ve israrla “Bir baskadir benim memleketim” tadinda soylemleri bunlar. Bunca emegi Culver City’de verse, belki bugun hoslanmadigi tabir “afisci” yerine Hollywood’s Poster Child olabilecek kapasitede bir zekaya sahip bir adam.

O muthis bir sevkle anlatiyor, ve anlatmaya devam edecek, belli. Baska cocuklari da var Yucel’in, Ada ve Dada kadar mesru ve Turk.

Bunlardan biri Turkish Film Council - ki ciddi bir gonullu ekip ile Turkiye’nin film cekimlerinde kullanilmasi ve cazip bir lokasyon olarak sunulmasi icin karsiliksiz cabaliyorlar. Hakikisi varken, film setlerinde han, hamam, peribacalari ve yuksek yuksek tepelere evler ve kopruler kurmasinlar diye muthis tesviklerle orjinal platolari sunmaya calisiyorlar. Evet, belki bugun halen bircogu icin “Beren Saat veya Kenan Imirzalioglu, Russel Crowe ve Angelina Jolie karsisina gecemez ise biz Hollywood’da adam olmus sayilmayiz” gercegi var fakat sahislardan cok ulkemizin de Hollywood’un gozunde adam olmasi cok onemli Emrah Yucel icin.

Fakat marka olarak Yucel yeter! Isyerinden kacip, icyerine girelim biraz bu adamin. Renklerine bakalim; retinasindan gorelim; kulakligini takip TV kayit cihazina, blue-ray koleksiyonuna, gece yatmadan once gozune son degen dergi ve kitaba goz atalim.

Bildiklerinizden farkli klasiklerin adami Yucel. “Farkli” klasikler. Ornegin Pastis iciyor, klasik raki ve Uzo'ya inat. Fakat Pastis’in klasigini seviyor, Ricard. Onca marka sarmisken etrafini, o Ghesquiere’in Balenciaga’sina hayran. Bana gore “blog” kelimesi onun icin yaratilmis “The Sartoriolist” i takip ediyor. Sadece bu bile Yucel hakkinda cok sey soyluyor aslinda. Okuduklari, belki bircoguna gore “pretentious” fakat Pamuk, Eco ve konusunda tartismasiz bir klasik olan en farkli dergiyi okuyor; The New Yorker. Ilk yuzyuze gorusmemizde ofisindeki kusursuz sikligin icinde de daginik mukemmellikte esofmanli bir Emrah Yucel vardi; son gorusmemizde bastan asagi simsiyah, astarsiz keten takim elbisesinin altinda kahverengi ayakkabilari ile de “immaculate” bir Emrah Yucel. Rahat giyiminde, elinde sarabina uygun bir sarap kadehi, takim elbiselerini cektiginde ise 2 eliyle yumularak afiyetle yedigi bir burger.

5 aylikken ayrilmasina ragmen “akrabalarim sayesinde Dogu terbiyesini ogrendigim yer” seklinde andigi Gaziantep, babasinin BBC yillari sayesinde onda en derin izleri birakan sagdan direksiyonlu Londra, yazlari Bosbosculardan alip biriktirdigi yabanci dergilerle sekil bulan estetik zevkinin besigi Adana, “en guzel yillarini yasadigim” diyerek andigi 90‘larin Ankara’si, artik “home” olarak tanimladigi Los Angeles Yucel’in hamurundaki ana maddeler. Yoguran, laflarinin ve anilarinin her kosesinden cikan ve onu “yetistirdigi” cok belli olan annesi!
Cok suni, raf omru uzatan maddeler de olmasini bekliyorsunuz hamurda. Sekil de sanki onu yansitmaya calisiyor ama bir sure yuzyuze konustuktan sonra bakiyorsunuz ki hakikaten yok. Alin Yucel’i bir Holllywood exec’in ofisine koyun, bir bakan’in yanina koyun, Adana’da kopru altina birakin, Amerikan eskilerini toplasin... veya bir LA aksamustunde evinin bahcesinde Ferzan’ Ozpetek icin evinde verdigi davette, elinde kadehi, cimlerde gozlemleyin...... ayni adam. Bugun “varsa” hakkini vererek yiyebilecek, yarin “yoksa” gocunup uzulmeyecek bir adam.

Tersinizi dondurmeye kabil. Dunyanin en klasik, bircogunun sikici oldugunu iddia edebilecegi 2 renkte evini dosemis bir sahsiyet ornegin. Siyah/beyaz! Fakat siz onun yerlerde siyah, duvarlarda beyaz mi kullandigini saniyorsunuz? Zorlayin bakalim “klasik” bilginizi!

Konvansiyonel olan buluslarin, fikirlerin adami degil Emrah Yucel. Fakat tekerlegi yeniden icat etmeye calisan biri hic degil. Standart olani degil, klasik olani seviyor. Daha once denenmis ve muthis bulunmus Noel Coward klasigini aliyor ve onu bir David Beckham klasigine cevirmeden, nasil basariyorsa, 2010’a uyarliyor. Perfection!

“Herkesin ilk sorusu, Amerika’ya ne zaman, nasil geldiniz. 15 sene oldu; geldik iste. Bitti” diyerek onu bu sekilde tanimaya calisanlari anlayamadigini hissettiriyor. Defalarca yazilip cizilmis ve isteyen herkesin Google’da 0.49 saniyede 354.000 girisle bulabilecegi bir bilgiyi yinelemek belli ki cok muhim degil. Onemli olan nasil kaldigi, neye ragmen ve neleri goze alarak varolup yasadigi.
Teknoloji caginda dijitali yakalamisken, halen sonsuz tad verebilen o kagit hissini simdi bir sure kenara birakin ve klavyenizin basina gecip adres satirina su adresi girin:

www.emrahyucel.com


Ben de izninizle bir turlu yazamadigim su Emrah Yucel kimdir, neyin nesidir ve ne yaparak yasar yazimi tekrar yazmaya calisayim....



Ucretsiz Egitim Hizmeti:

predictable: tahmin edilebilir, onceden kestirilebilir
immaculate: kusursuz, lekesiz
the immaculate guy: kusursuz herif
pretentious: gosterisci
in treatment: tedavide, terapide

19 Mart 2009 Perşembe

Esquire Dergisi - Nisan 2009


"Hayattan Ne Öğrendim?" Esquire dergisinin her sayısında başka bir konuğun bu soruyu cevapladığı köşe.

Hayattan ne öğrendim? 
Hayattan ne öğrendiğimi anlatmak biraz zor. Bunu anlatmak büyük laflar söylemeyi gerektiriyor böyle fırsatlarda büyük laflar yazabilmeyi öğrenemedim bir türlü. Derin ve çok anlamlı gibi gözüken, anlayanlardan çok anlamayanların takdir ettiği sözler söylemeyi öğrenemedim. Söyleyenleri (anladığım kadarı ile) beğeni ile karşıladım. "Vay be işte böyle olmak lazım dedim kendime,  ama gene de yapamadım. Çoğu zaman hayranlık ile baktım bu tip sözleri söyleyebilenlere. Sanki daha fazla biliyorlar gibi geldi hep. 

Ama ben "samimi" olmayı iyi bilirim. Beni fazla tanımayanların düşündüğü gibi olmadığımı "aslında samimi bir adam" olduğumu anladım zamanla.

Bu yüzden  "Hayattan öğrendiklerimi" sorguladığım zaman aklıma ilk gelenleri anlatacağım size samimiyetle.
Çocukluğum Ankara'da geçti. Orta gelirli bir memur ailesinin çocuğu olmama rağmen hem sanat ile içiçe ve hem de modern bir hayat görüşü içerisinde büyüdüm. Turgut Özal öncesi dönemde ilk gençliğimi ve çocukluğumu yaşadığım için halk ekmek ve yağ kuyruklarında saatlerce bekledim,
Gaz ve benzin sıralarına girmek için sabahın dördünde uyanıp kalktığımızı çok net hatırlarım. Sıcak su olmadığı için haftada bir yıkanılan günleri bilirim. Hepsi bir yana "terör" ün ne demek olduğunu bilirim. 80 öncesindeki o "korku" yu tadanlardanım.

Bunları da kızgınlık ile değil "neşe" içerisinde hatırlarım nedense. Elektrik kesintilerinden ve kömür sıkıntılarından dolayı kışları çok soğuk geçerdi Ankara'da, üstelik de hava kirliliğinin en çok olduğu yıllardı. Okulumuzun tatil olduğu Şubat ayında annemler ile birlikte teyzemleri ziyarete Adana'ya giderdik. Adana kış aylarında hem sıcak, hem de havası temiz olduğu için bize iyi gelirdi, Şimdi hatırlamıyorum kaç yıl gittiğimizi ama belki yedi sekiz yıl Şubat aylarını Adana'da geçirdim küçükken. O zamanlar daha kardeşim olmadığı için kuzenlerim ile birlikte zaman geçirmek hoşuma giderdi. 

Benim için Adana'nın en önemli özelliği ve beni en çok heyecanlandıran tarafı Atilla Altıkat köprüsünün altındaki "Boşboşçular" idi. Adana İncirlik'teki Amerikan üstünde çalışan Türk işçiler, temizliğe giden kadınlar Amerikalı ailelerin çöplerini, kullanmak istemedikleri, attıkları ya da verdikleri eşyaları toplayıp bu boşboşçulara satarlardı. Boşboşçular da toparladıkları bu döküntüleri hergün sabahtan el arabaları ile satmaya köprünün atına gelirlerdi.

Adana'ya geldiğimiz ilk günden başlayarak hergün sabahları ilk işim buraya gitmek oldu. Satıcıların tezgahlarının içerisinde kırık GiJoe bebekler, Matchbox arabalar, basketball topları, Star Wars maketleri, bozuk dijital saatler, walkmanler arasında dolaşıp hepsini incelerdim.  Tüm bu objeler bizim Ankara'daki hayatımızın tamamen dışında kimlikler taşıdıkları için benim çok ilgimi çekerlerdi. Bütün gün bunlara bakar ve hayal dünyasına dalardım. 

Galiba en çok ilgimi çeken de bunların yeni değil kullanılmış olmaları idi. Kullanılmış olma durumu bu objelere ayrı bir kimlik eklerdi. Bunları kullananları ayrıca hayal ederdim. Üzerinde çizikler olan boğazlı Nike spor ayakkabıları, bir kısmı kullanılmış kol altı spreyleri, Üzerinde hiç bilmediğimiz takımların isimleri ve renkli amblemleri olan basketball tshirtleri ve daha nice detaylar. Bütün bunlar bana bizim yaşadığımızın tamamen dışında başka bir hayat olduğunu öğretti. Ve ben bu hayatı çok merak ettim. Bunu Amerikan hayranlığı gibi algılamayın lütfen. Bu yabancı ve uzak olanı merak etme duygusu idi. Annem hiçbir zaman bunları alıp eve getirmeme müsade etmediği için sadece bakardım bu parçalara. Yıllar sonra "Blade Runner" (Bıçaksırtı) filminde gördüğüm Sebastian'ın evi gibi bir durum vardı bu eşyalarda. Hepsinin kimlikleri vardı.

Tüm bu eşyalar bir yana beni en çok etkileyen şey kullanılmış dergilerdi şüphesiz. Para verip eve getirmeme müsade edilen tek şeyde onlardı zaten. Popular Mechanics, National Geographic, Penthouse, Sports Illustrated, Playboy, GQ, Architectural Digest ve Vanity Fair dergileri ile ilk defa orada tanıştım. Kısa sürede bunların arasından iki tane favori olanını seçip bulabildiğim bütün sayılarını toplamaya başladım. "Vanity Fair" ve "GQ". 

O yıllarda her iki derginin de neredeyse eksiksiz her yılki tüm sayılarını toparlamayı başardım. Kimisine iki hatta üç katı paralar ödemek uğruna bile de olsa bu dergiler tüm yıl boyunca Ankara'da her gün arkadaşım oldular benim.
Arada iki üç tane de "aşık" olduğum kızların içerisinde olduğu Penthouse dergisini burada saymadan edemiyeceğim şüphesiz. Onlar da benim az kahrımı çekmediler ilk gençlik yıllarımda. O uzun bacaklı Amerikan kızları, Ankara'daki yatağımda, döşeğin altından (gizlediğim yerden) çıkıp geceleri çok ziyaret ettiler beni. 

Vanity Fair ve GQ`lar ise masamın üzerinde tüm sayıları ve her sene eklenen 12 yeni sayısıyla yerlerini ve önemlerini hiç kaybetmediler. Hergün okuldan gelip özenle baktım onlara. İçlerindeki parfüm reklamlarını kokladım. Kollarıma sürdüm bu kokuları. Görsel hafızamın gelişmesindeki en önemli yıllardır bunlar. İlanlarin sayfa düzenlerinden tutun da içerisindeki fotoğrafların ışığına kadar hazmettim bütün detayları. Yazı karakterleri ile Art Deco süslemeler ile buluştum. O yıllarda tanıştım Julian Schnabel'in tabaklı resimleri ile. Francesco Clemente'nin NYdaki sergisinin açılışında ben de vardım davetlilerin arasında. Hampton'larda Ralph Lauren kıyafetler giyip brunchlar yaptım. Şampanyalar içtim. Güzel kadınlar ile NY klüplerini dolaştım. Oscar partilerine katıldım. Annie Leibowitz`in fotoğraflarını uzaktan tanımayı öğrendim. David Bowie, Herbie Hancock, Miles Davis, Prince ile tanıştım bu sayfalarda. Güzel kadınları neyin güzel yaptığını, yakışıklı durmak için ne giymek gerektiğini öğrendim. Calvin Klein ile fotoğraf çekimleri yapan modelleri gördüm. Clark Gable ile arkadaş oldum. Aspen'de kayağa gidilince nasıl davranılacağını öğrendim. Güzel yemekleri tadamadım ama masalarda oturdum. Los Angeles'te Sunset Bulvarında dolaştım.

Bu dergilerin içerisinde geçirdim tüm öğleden sonralarımı. Annemden azar işitme pahasına da olsa yatmadan önce bir dergi daha baktım hep.

İşin en güzel tarafı da kendi kendime söz verdim hayatta bunları yapacağıma dair. Galiba sözümde de durdum. Ama Atilla Altıkat köprüsünün altında yaşadığım heyecanı, ne New York'da ne de Los Angeles'ta bulamadım.

19 Ağustos 2007 Pazar

Arena Dergisi - Agustos 2007




Rol Modellerinin Rol Modelleri

Tarz filmleri ve aktörleri izlemeyi çok severim. Tanımlaması çok da kolay olmayan pek çok katmanı vardır bu hazzın. Öncelikle kendimi bu karakterler ile bütünleştirip onların olayları çözümleyiş şekillerinden, çaresizliklerinden, tepkilerinden, tepkisizliklerinden kendi adıma zevkler alırım. Giyimleri, saçlarını tarayış biçimleri, el ve kollarını kullanışları, konuşurkenki vurguları, ilişkileri. Bunlar hep küçük ipuçları verir hayata dair.

Her erkeğin kendi tarzını bulması uzun bir yoldur. Çoğu zaman taklitlerle başlar anlamaya çalışarak kendini olgunlaştırır ve oturur. Bu ödünç almalar zaman içinde sizin bir parçanız olmaya başlar ve birgün bakarsınız ki sizden ayrılmaz değerler ve zevkler olmuş. Başkaları sizi bu özellikler ve tarzlar ile tanımlamaya başlamış.
İster babanız, ister film aktörleri, isterse yazarlar olsun, kimi zaman dış görünüşü, kimi zaman konuşma tarzını, ya da bir hareket biçimini ödünç alır bir süre sonrada sahipleniriz. Bizim yaparız.

Rol modelleri hayatın her döneminde vardır. Kimi modeli aklının işleyişi ile örnek alırız kimini görüntüsü ile. İnsan olgunlaşmaya başladıkça görüntü daha çok akla yer bırakmaya başlasa da çocuklukta temellerin atıldığı bu imgeler çoğu zaman değişmez, vazgeçilemez.

Çocukluğuma dair gözümün önünde canlanan pek çok görüntü, annem ve babam ile birlikte Londra'da geçirdiğimiz yaklaşık bir buçuk yıllık dönemi kapsar. Babamın BBC'deki görevi nedeni ile çocukluğumun en güzel yıllarını yaşadım İngiltere'de. Henüz sekiz ile dokuz yaşlarında olmama karşın bu yıllar ve İngiliz kültürü benim için herzaman çekici olmuştur. Bu yıllarda Shoreditch'teki evimizi çok net hatırlıyorum. Hatırladığım bir diğer imge de evimizin içinde nerede ise bütün duvarı kaplayacak kadar kocaman, babamın dev bir fotoğraf portresi idi. O zamanlar çocuk aklı ile pek de yadırgamamışım herhalde insanın kendi resmini kendi duvarına bu kadar büyük asmasını. Kişiliğimin oturmaya başladığı yirmili yıllarımda geriye dönüp baktığımda bu portre ile ilgili hatıralarımı sorguladığımı ve anlamlandırmaya çalıstığımı hala hatırlıyorum. Bu büyük sır ailemin yeni aldıkları eve taşınmaları sırasında bir gün aniden çözülüverdi benim için. İtiraf etmem lazım o anda bu fotoğraf ile ilgili hatıralarım kafamda bir film şeridi gibi geçti. Taşıyıcıların evdeki büyük kütüphaneyi kaldırmaları ile kütüphanenin arkasından bu büyük portre (poster) bir rulo halinde ortaya çıktı. Yıllardır kullanılmadığı için tozlanmış devasa boyutlarda bir poster rulosu. Kardeşim ile birlikte ruloyu yavaş yavaş açışımız bu günkü gibi gözlerimin önünde. Portre babamın değil John Lennon'un portresi idi. Uzun saçları, kot ceketi, yuvarlak gözlükleri ve barış dolu gülümsemesi ile yıllarca babam zannettiğim bu fotoğraf babam değil The Beatles'ın John Lennon'u idi. Yani babamın rol modelinin.

Her çocuk için babası bir rol modelidir. Ben Rol modelimin de bir rol modeli olduğunu keşfetmiştim.

Arena'da sizler ile paylaşacağım bu sayfalardaki ilk yazımın "Rol Modelleri" üzerine olmasına karar verdiğim ilk anda aklıma gelen babamın bu hikayesi oldu. Baba figürleri her ne kadar bitmiş tamamlanmış karakterler gibi görünselerde aslında onların da kafalarında kendilerine hem görsel hem de içerik anlamında örnek aldıkları birilerinin olması ve bunu keşfetmek şaşırtmıştı beni. Aile albümlerindeki fotoğraflara bu perspektif ile tekrar baktığımda benzerlikler çok daha net şimdi. Annelerimizin Audrey Hepburn'e ve Elizabeth Taylor'a benzerliklerine bir bakın.

40 yıldır yol alan yaşımda kendime ilk gençlik yıllarında tarzı ile örnek aldığım modellerin en başında Alain Delon gelir. Gerçi Marcello Mastroianni ile başbaşa yarışsalar da Alain Delon ilk göz ağrım olması nedeni ile bir numaraya yerleşiyor. "Scorpio, Un Flic, Le Samurai, Borsalino" sahnelerini eski Betamax videomuzda kare kare durdurup izlediğimi hatırladığım en önemli rol modelim. Hala beyaz gömlek giyme alışkanlığımın en temel nedenidir Alain Delon. Duştan sonra temiz bir beyaz gömleği üstüne geçirmesi hala gözümün önünde. Sevişme sonrasında yatakta sigara yakış biçimi yüzünden sigara bile içmeye çalıştığım adam. Le Samurai'deki gibi açık bej bir trençkotu almak için para biriktirdiğimi hatırlıyorum. Tıpkı sessiz durmayı öğrenmeye çalıştığım gibi.

Marcello ile tanışmam ise benim için bir sinema dehası Michelangelo Antonioni sayesinde oldu. Bütün zamanlar film listem içerisinde ilk yirmide üç filmi ile yer alan dev bir sinema adamı Antonioni. Alain Delon'un bütün filmlerini araştırırken "The Eclipse" filmi ile Antonioni'nin sinemadaki anlatım şekline hayran oldum. Bu sefer Antonioni'nin filmlerini araştırırken "The Night" ta Marcello ile tanıştım. (Bu arada üçüncü film "The Adventure")

Marcello'dan bir kadına nasıl davranılması gerektiğini örnek aldım. Siyah güneş gözlüklerini çaldım. İnce siyah kravatların nasıl bağlandığını gördüm. Kendi hayatımdaki kadınlara "8.5" taki perspektifle yaklaşmaya başladım....

Sinema benim jenerasyonum için yeni jenerasyondan çok daha farklı bir anlam taşıyor. Benim için bir aktörü izlemek bu karakterin izine düşmek ve karakterlerin arkasındaki yaratıcılarını anlamaya çalışmak demektir. Zamanla yaratıcısına olan merak karakterin de önüne geçer ve ona merak başlar. Çevremde pek çok arkadaşım James Bond filmleri ve tarzının hayranıdır. Sean Connery'i izleyip de hayran olmamak elbette mümkün değil. Bütün Bondlar arasında Sean Connery benim için de tartışmasız en iyisiydi. Öte yandan yeni jenerasyon da çok şanslı çünkü Pierce Brosnan gibi bir rol modelini izleyerek büyüdüler. Bütün bu Bond karakterlerine karşı başta da dediğim gibi yaratıcıların peşine düştüğünüzde Bondlar sizi yaratıcısı olan Ian Fleming'e götürür.
İskoç bir babanın oğlu olarak doğan Fleming kendi hayatında yaşadığı ajanlık deneyimlerini savaş sonrasında yerleştiği Jamaicadaki evide (Goldenaye) yazdığı romanlarda kullandı. Bütün Bond stilini oluşturdu hayal dünyasında. Geçen yıl zevkle izlediğimiz Casino Royale ilk yazdığı roman. Ian Fleming'in tarzını araştırdığınızda Bond'lardaki gerçek zevk ve stilin aslında nereden kaynaklandığını rahatça görebilirsiniz. Ian Fleming'in romanları bu anlamda beni Bond filmlerinden çok daha fazla çekmiştir. Meraklılarına Andrew Lycett'in yazdığı "Ian Fleming: James Bond'un Arkasındakı Adam" kitabını hararetle tavsiye ederim.

TRT'nin tek kanal televizyon olduğu çocukluğumun o siyah-beyaz yıllarında merakla ve dikkatle izlediğim bir başka karakter de "Cary Grant" kuşkusuz. Hitchcock'un Nort by Northwest'i inanılmaz izler taşıyor küçüklüğümde. Türkiye'de yaşadığımız hayatın içerisinden bakıp böyle bir yaşam şeklinin olup olamayacağımı sorgulardım. Yıllar sonra Amerika'ya yerleştiğimde Cary Grant'in Amerikan kültürü içinde ne kadar büyük bir stil ve rol modeli olduğunu algıladım. Giorgio Armani, Ralph Lauren, Donna Karan ve diğer pek çok modacı için bile çok önemli bir rol modeli olmuş Grant. Richard Torregrossa'nın "Cary Grant: A Celebration of Style" kitabı her style erkeğin başucu kitabı olmalı.

Alain Delon, Marcello Mastroianni, Sean Connery, Ian Fleming, Cary Grant bütün bu isimlere eklenebilecek daha yüzlerce isim var. Ama başta da söylediğim gibi bütün bu isimler kendileri birer rol modeli olurken başka rol modellerinden ödünç alıp kendi tarzlarını oluşturmuşlar.

Hem Ian Fleming hem de Cary Grant ile ilgili kitapları okuduğumda onlar için ortak bir rol modeli olan tek bir isme ulaşıyorum. Noel Coward.
Yazar, tiyatro ve sinema oyuncusu ve besteci. 1899'da orta gelirli bir İngiliz ailesinin oğlu olarak doğmus Noel. Orta gelirli olmasına karşın zengin ve aristokrat hayatı üzerine yazmış. Bu yüzden herkes onun aristokrat bir aileden geldiğini düşünüyor. Ürettikleri bir yana zevkleri ve tarzı ile tanınıyor.

Hollywood'un efsanevi fotoğrafçılarından Cecil Beaton dönemindeki studio fotoğraflarının tarzı için şöyle söylüyor; "Herkes Noel Coward gibi gözükmek isterdi. İnce ve ipeksi, bakımlı, traşlı, elde telefon, sigara ya da kokteyl kadehi"

Coward Türkiye'de çok bilinmiyor, hatta Amerika'da bile. Los Angeles'te studio yöneticileri ile çıktığımız yemeklerde benden yaşça büyük bu kişilerle hep sohbet konusudur Noel Coward. Nasıl bildiğime ve merakıma hayret ile bakarlar. Benim jenerasyonuma ait olmasa da benim rol modellerimin rol modelidir Noel Coward.

Sözün özü, rol modellerinizin peşine düşün... Bu model babanız da olsa, hararetle tavsiye ederim. Keyifli ve sürprizlerle dolu bir yolculuktur. Kimi zaman hayal kırıklıkları bile olsa sizi bilinmedik duraklara götürür.

1 Temmuz 2007 Pazar

Arena Dergisi - Temmuz 2007


Beni Peter Jackson ile tanistir.

Bana tanımadığım insanlardan çok e-mail gelir.
Bahsettiğim "junk mail" değil! Haftada ortalama 10-15 arasında düşünelerek yazılmış ve benim de heyecan ile okuduğum mektuplardır bunlar. "Grafik tasarım" işini Hollywood gibi bir merkezde "icra" ediyor olmamdan kaynaklı... Pek çok tasarım öğrencisi ya da piyasada çalışan meslektaşlarım, desteklerini ve hedeflerini samimiyetle yazarlar bana. İçten yazılmış paylaşımlardır bunlar. Kimi mesleki sorular sorar, kimi akıldan yaptıkları sinema afişi tasarımlarını iletir, fikrimi sorarlar. Ben de zamanım olduğunca bu samimi sorulara cevaplar verir, bilebildiklerimi ve duygularımı paylaşırım bu insanlarla. Sadece Türkiye'den değil İrlanda'dan Bulgaristan'dan ve hatta Kazakistan gibi uzak diyarlardan mektuplar geldiği olur. Benim için çok önemli ve hassasiyetle (vaktim olduğunca) cevap vermeye calıştığım dostluklardır bunlar.

Bir de sadece Hollywood gibi bir merkezde "icra" ediyor olmam nedeniyle gelen e-mailler vardır.
Bunlar Brad Pitt ile tanışmak isteyenler, Hollywood'a gelip aktör olmak gibi parlak bir fikri olanlar, senaryosunu film yaptırmak isteyenler, air-condition reklamında John Travolta'yı oynatmak için fiyat almak isteyenler, Nicole Kidman'ı düğününe davet edenler gibi ortak kategoriler altında toplanması çok zor olan e-maillerdir.

Bunları da merakla ve bana neden böyle bir talep geldiğinin arkasında yatan mantık işleyişini anlamaya çalışarak okurum. Sanırım bir de teorim var bu tip insanlar ile ilgili.

Hayatın nasıl birşey olduğunu ve yapısını, yaşayarak öğrenmenin yanısıra, çoğunlukla başkalarının deneyimlerinden öğreniriz. Benim dönemimin ve (68 doğumluyum) benden eski kuşakların bu öğrenimlerinin en önemli kaynağı "edebiyat"dır. Kitap okumak benim kuşağımın en belirleyici değerlerinden birisiydi (zamanla benim kuşağımdan da pek çok insan bunu kaybetti).

Dostoyevski ile tanrı sorgulamalarını, sınıf farklılıklarını, adaletsizliği, Kafka ile bürokrasiyi, Camus ile yabancılaşmayı öğrendik.
Edebiyat ile başkalarının sevgilerini nasıl ifade ettiğini ödünç alırdık. Sevmenin acısını ya da coşkusunu okur, kendi yaşadıklarımızı daha iyi tanımlardık.
Bir kitap hızlı okursanız ortalama 1 günde, maksimum 1 haftada biter. Ama her harf okunur her satır izlenir. Bu okuma süreci bize hayatın zaman içerisinde oluşan bir gelişim olduğunu gösterir.

Oysa şimdi hayata dair öğrenimler ağırlıklı olarak sinemalarda ve evlerinde izlenen DVD'lerde aranıyor. Yani herşey 1.5 - 2 saat içerisinde özetleniyor. Her ne kadar görsellikle, müzikle ve sinemayı sanat yapan daha birçok değerle yüklense de kitap okumak gibi içsel ve birebir yapılan birşey olmaktan çok farklılaşıyor.

Kitap okurken siz kendi görsellerinizi kendi aklınızda oluşturur ve okuma süresince yakaladığınız ipuçları ile örersiniz. Ve bu, okumanın getirdiği uzunca zaman içerisinde hazmedilerek oluşur. Film izlemek kitap okumaya oranla daha eğlencelidir. Çünkü çabuk ve kolay tüketilir. Ama sizi pasif konuma yerleştirir.

Kitapsız bir sinema jenerasyonunun herşeyin filmlerdeki gibi kolay olduğunu zannetmesi sonucuna gelmek istiyorum.

Örnek; Bir boksörün hayatını konu alan bir film düşünelim. Genellikle boksör üç maçta yenildikten ve acılar çektikten sonra dördüncüsünde mutlaka kazanır. Ve izleyicinin aklında hep "mutlak başarı" kalır. Kimse
Muhammed Ali'nin Alzheimer hastalığı üzerine film yapmaz. Herkes onun başarısını hatırlamak ister. Oysa o hayatında başarıdan çok acılar yaşamıştır.

Örnek; Bütün kapılar yüzüne kapanır, oysa çok çalışkan ve iyi bir insandır. Ama dördüncüsünde birisi ona bir şans tanır ve hayatı değişir. Artık acıları bitmiş ve başarılı olmuştur. Kimse başaramayan sıradan olmayı tercih edenin hikayesini sinemada anlatmaz.

İşte yazının başında bahsettiğim bu ikinci tip emailler bu DVD neslinden gelir. Sanki Los Angeles'da hiç aktör ya da aktrist yokmuş gibi kendilerini o role ait görenler. Ve bütün meseleyi uzun bir koşu gibi değil de doğru adamı tanımak gibi çözenler.

Size bu e-maillerden pasajlar;
"......ilk senaryom olmasına rağmen ben çok beğeniyorum. Türkiye'de senaryomu okuyanlar algılayamıyorlar. Herşeyi Hollywood formatında yazdım. Bana yardımcı olup bu senaryoyu Peter Jackson'a okutabilir misiniz? Ya da oraya gelsem beni Peter Jackson ile tanıştırırmısınız. Onun beni anlayacağını biliyorum."

Buna cevap olarak Peter Jackson'u tanımadığımı ve tanısam bile buralarda ilişkilerin bu şekilde yürümediğini öncelikle Türkiye'de senaryolarının filme çekilmesinin doğru olacağı sonradan orada kazanacağı başarılar ile buralarda sektöre ufak ufak giriş yapılabileceğini söylememe rağmen aynı e-mail 40 kere iletmek (şaka değil) ısrarı…

Bir başka örnek;
"...Bildiğin gibi kitabım Türkiye'de çok büyük başarı kazandı. Önümüzdeki dönemde amacım bu kitabı bir Hollywood yapımı olarak görmek. Bu kitabın filmini en iyi Quentin Tarantino'nun yöneteceğine inanıyorum. Kendisine kitabımın İngilizce çevirisini iletebilir miyiz."

Bildiğin gibi Tarantino Hollywood'da yönetmenliğinden daha çok senaryo yazarlığı ile tanınıyor. O öncelikle iyi bir yazar sonra yönetmen sonra bir oyuncu. Bu bakış açısı ile herkes ona senaryo yazması için gidiyor. T'nin bir başkasının senaryosunu yönetmesi olasılığı çok düşük.

"Peki Robert Rodriguez olmaz mı..."

Peki bütün bunlar bir tarafa nedir iyi senaryo.

Ben bunun ustası değilim. Senaryo yazma tekniklerini öğreten çok kitap var. Fakat afişleri üzerinde çalıştığım yüzlerce filmin öncelikle senaryolarını okuduğum için sadece sezgisel olarak bir fikrim var.
Alanım olmayan bir konuda da ukalalık yapacak değilim. Hollywood sektörünün içerisinde yaşadığım ve çalıştığım için de genel olarak bir fikrim var bunu paylaşmak istiyorum. Bu işin ne dersini aldım ne de senaryo yazdım. Yazmaya cesaret edemeyecek kadar da zor bir iş olduğunu düşünüyorum.

Ankara'da geçirdiğim gençlik yıllarımda Amerikan, Fransız, İtalyan, İngiliz ve Alman Kültür derneklerinin gösterdiği hiçbir filmi kaçırmadığım için ve o günlerden kalma bir alışkanlık ile hala "arthouse" ve klasik filmleri done done izleme merakım olduğu için sinema sanatına alışveriş merkezlerinde cumartesi akşamı eğlencesi olarak bakanlardan biraz daha farklı düşünürüm.

İyi senaryo deyince aklıma Gazap Üzümleri, 'Godfather'lar, Casablanca, Blade Runner, Otomatik Portakal, Pulp Fiction, Amores Perros , Goodbye Lenin ve Crash (2004) gibi pekçok film gelir.

İyi senaryo konusunda daha kimsenin de hemfikir olduğunu görmedim. Herkesin kendisine göre bir doğrusunun olduğu bir konudur senaryo. Ama herkesin hemfikir olduğu tek bir nokta vardır. "İyi bir senaryodan kötü bir film yapılabilir ama kötü bir senaryodan iyi bir film yapılamaz". Senaryo bir yapının belkemiğidir. Bir filmin yapımı sırasında yönetmen, oyuncular, lokasyon ya da yapımdan sonra editör, müzik, filmin banyosu, sesi bir filmi berbat edebilir. Hepsinin üstünde egolar kaprisler bir filmin tadını en çok bozan baharatlardır.

Sinema bütün formüllerin çok zor yanyana gelip ender olarak başarı ile çözüme ulaşılan bir yapıdır. Yukarıda saydığım bir filmi oluşturan tüm insanların herhangi birisinin başarısızlığı bir filmi bitirebileceği gibi herhangi birisinin başarısı da bir filmi yükseltebilir. Lisa Gerard'in müziği olmadan bir "Gladiator" düşünebilir misiniz ya da Anthony Hopkins'siz bir "Remains of the Day"

Casblanca'da Humprey Bogart yerine Ronald Reagan'ın oynadığını düşünebilir misiniz. Ridley Scott'un Blade Runner'i orijinal adı ile gösterime sunduğunu (Do Androids Dream Of Electric Sheep)
Bunların hepsi bir yana asıl olan senaryo ve parlak fikirdir.

İyi senaryo yazmak ise tıpkı film yapımı gibi içerisinde pek çok başka dinamikleri barındırır. Bunların neler olduğunu isteyenler hocalardan ustalardan öğrenebilir. Bu benim konum değil. Benim ilgimi çeken ve sizinle paylaşmak istediğim Hollywood'un ilgisini çeken yeni senaryo trikleri.

Hollywood'un seveceği senaryo starların sevebileceği senaryolardır. Öncelikle bir star iyi performans çıkarabileceği ilginç bir karaktere bağlanırsa o filmin olmasını mutlaka sağlar. Bakınız Snatch ve Brad Pitt. Filminizin çekilmesini istiyorsanız iyi fikir ve iyi senaryonun üstüne hikayenizin en az bir aktör tarafından çok sevilmesi gerek. Bir aktörün de bir rolü çok sevmesinin tek yolu kendisini anlatmasıdır. Çünkü aktörler en çok kendilerini severler.

Hollywood'un seveceği senaryo lokasyonu geçtiği yerin hükümetinin film yapımı için destek vereceği senaryodur. Her ülke kendi ülkesinde film çekilmesi ve ülkesinin bir sinema platformuna dönüşmesi için yabancı yapımcılara destek bütçeler ve vergi indirimleri verir. Bunu da Los Angeles'teki Film Komisyonları ve Film Konseyleri aracılığı ile takip ederler. Amerikan hükümetinin New Orleans felaketinden sonra verdiği en önemli destek burada film yapmak isteyenlere verdiği nerede ise %50lere varan destektir. Eğer senaryonuz bu tip detayları bilinçli olarak barındırıyorsa diğerlerinden bir adım öndesiniz demektir. Dikkat edin önümüzdeki 1-2 yıl içerisinde New Orleans Louisiana'da yapılmış çok film seyredeceksiniz (Tony Scott'un Deja Vu'su gibi)

Bu formülü akıllıca kullanan projelerin başında geçen yılın en güzel filmlerinden Babel gelir. Meksika, Amerika, Morokko ve Japonya film komisyonlarından destekli bir filmdir.

Hollywood'un seveceği senaryo, içerisinde farklı ülkelerden oyuncuların oynadığı ve dillerin konuşulduğu senaryolardır. Çünkü film satışı açısından Amerika gösterimlerinin dışında coğunlukla diğer ülkelere filmler bir rakam üzerinden satılır. Bir Amerikan filminde bilindik bir Japon varsa bu filmi Japon dağıtımcılar daha çok para öderler. Henüz düzgün bir örneğini göremedik ama bir Hollywood filminde oynayan bir Türk oyuncunun Türkiye'de daha çok alıcısı olur gibi. Öz olarak iyi fikir ve iyi senaryo her zaman asıldır. Ama hiç bir şey dışarıdan gözüktüğü kadar basit değil, politikaları, stratejileri ve pek çok detaylarıyla bir bütündür.

1 Nisan 2007 Pazar

Arena Dergisi - Nisan 2007



Nefsime kandim. Buralarda kaldim.

Fred Segal'da "Mauro's Cafe". Los Angeles'ın en trendi, İngilizce deyimi ile "hotspot"larından birisi. Perşembe öğle yemeği toplantısı. Toplantı da denemez aslında sektörden birkaç tasarımcı arkadaş ile birbirimizi haberdar etme buluşması. Hepimiz biliyoruz ki yemek uzayacak ve 2-3 saat burada olacağız. O yüzden biraz da "hotspot" bir yer seçtik ki etrafa bakalım ve "piyasa yapalım".

Arkamızdaki masada bizden pek de farklı olmayan 60-70'lerinde amcalar var. (İnsan kendisi 40'a yaklaşınca daha anlayışlı oluyor) Yemek bitmiş espressolar içiliyor. Çevredekilerin yadırgayan bakışlarına rağmen birisinde sigara diğerinde puro var. Bu Amerikalı olmadıklarının göstergesi. Zaten hafif bir Fransız ve diğerinde de Catalan aksanı hissediliyor. Amcalar varlıklı. Sarı Rolex, Pasha Cartier, keten beyaz gömlek, çorapsız Todd's. Kesin şu ilerideki Bentley bunlardan birinin. Konuşmalarına kulak kabartıyorum. Zamanlama, bütçe, seçmeler, elemeler. Belli ki producer bunlar...

Birden sevimli garson kız giriyor sahneye. Klişenin bu kadarı olamaz. Kendi masamızda birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Ne büyük rastlantı ki garson kızımız aktrismiş ve ne büyük rastlantı ki yanında fotoğrafları da varmış. Teksas'tan yeni taşınmış LA'da şansını denemek için.... Producerlarında diğer filminin partisi varmış bu gece, Gelmek istermiymiş? işte film başlıyor....

Yukarıdaki hikaye her ne kadar şaka gibi klişe gözüksede gerçek. Burası çok acayip bir şehir. Ankara'yı, İstanbul'u, New York'u, Londra'yı iyi bilirim. San Francisco ile de aşinalığım vardır ama yaklaşık 9 yıldır burada yaşamama rağmen Los Angeles hala çok acayip geliyor bana. Sürprizlerle dolu.

Los Angeles dünyanın 5. büyük ekonomisi. Bütün hava civa bir tarafa DÜNYANIN 5. BÜYÜK EKONOMİSİ!.

Şehirlerin oluşum sebeplerinin arkasında genellikle coğrafi nedenler yatar. İstanbul'umuzun boğazlarda olması. Thames ve Londra, New York'un Hudson ve East River arasında liman şehri olması gibi. Coğrafi yapı zamanla tarihi ve kültürü oluşturur. Peki Los Angeles'ın oluşmasının arkasında hangi coğrafi neden var?

Ne dağları ne limanı nede çamurlu LA nehri. Tek sebep yılın 365 günü film çekebileceğin güneşli bir havası olması. Evet, bu kadar basit. Ocak ayının ortasında t-shirt ile dışarıda öğle yemeği yersiniz. Ağustos ayının ortasında gece dışarıda ceket giyersiniz. Babamın deyimi ile "limon" gibi havası var. Film yapanları ne nemden bunaltan ne de soğuktan üşüten. Üstelikte ışık masrafı yapmadan bedava California güneşi.

Ne demir çelik, ne silah, ne bilgisayar... Amerika'nın en büyük ihracat geliri "sinema" endüstrisi. Hani Cuma Cumartesi akşamları evden çıkıp $9 verdiğimiz endüstri. Ve bu endüstrinin de kalbinin attiği yer Los Angeles.

18 milyonu aşkın insan var bu şehirde. Gece uçağı ile gelirseniz inanamazsınız git git bitmeyen ışıklarına ve yollarına LA'ın. Bu 18 milyon insan şu yada bu şekilde sinema sektörü ile ilişkilidir. Dişçiniz Mel Gibson'ın dişlerini beyazlatır. Kuru temizlemeciniz Tori Spelling'in eteğini kaybetmekten yakınır. Terzinize Oscar öncesi pantalon paçası bile yaptıramazsınız. Karşı komşu HBO'da avukat, yan komşu Fox'ta producer, diğer yandakinin oğlu UCLA'de sinema okuyor, oğlanın annesi filmlerde extralık yapıyor. Gerçekten içinde yaşadığınızı anlarsınız bu sektörün zamanla. Ve hiç de gözüktüğü gibi olmadığını da anladığınız gibi. Bütün mesele sizin Cumartesi akşamı İstanbul'da sinemaya gidip bilet almanız piramidi üzerine kurulmuştur.

Binbir türlü insan yaşar bu "Bladerunner" şehrinde. Genelleme yapacak olursak aslında temel olarak iki kabile gelir bu şehre savaşmaya. (Bu benim algılayış şeklim. Kimse alınmasın). Nasıl Amazonlarda yaşayan Wasabi kabilesi varsa burada da "Wanna be" ve "Gonna be" kabileleri vardır. "Wannabe" ler Türkçe "olmak isteyenler". "Gonnabe" ler "olacaklar" anlamında kullanılmıştır.

Şaka bir yana Los Angeles dünyanın her yerinden pek çok insanın şansını denemeye geldiği bir merkez. Amerikan sinemasının bir parçası olmak, aktör olmak, yönetmen olmak, film müziği bestelemek, sinema afişi yapmak, makyöz olmak, 3D programlamak....Keşfedilmek! Kiminin bir-iki yılını alır durumu anlamak, kiminin yirmi yılını. Kimi ise anlayamaz. Sakın karamsar olduğumu zannetmeyin. Öte yandan başarı hikayeleri ile de doludur burası. Olduğundan daha fazla parlar başarılar burada. Yıldızlar daha yakın ve parlak gözükürler LA gecelerinde. Los Angeles mezarlıklarına bir Türk'ün 1940'lardan kalma mezar taşında "Nefsime kandım. Buralarda kaldım" yazar. Aynı parlak yıldızlar bu taşa da yansır.

Dokuz yıldır bu şehirde yaşadıktan sonra en çok özlediğim şey "uzun arkadaşlıklar" diyebilirim rahatlıkla. Türkiye'de çocukluğundan, okuldan, şurdan burdan tanıdığın pek çok insan ile arkadaşlığını sürdürebilir haz alabilirsin ortak paylaşımlarından ve geçmişinden. Burada en büyük dert kimsenin uzun süre kalmaması, kalamaması. Başlarda "yerleşmeye" gelenlere iki yıl içinde havalanında el sallanır. Ve hep "geri gelmek" üzere ayrılıklar olur bunlar.

Benim için çok önemli iki istatistiği paylaşmak istiyorum sizlerle. Beni çok rahatlatır bu rakamlar;

Bundan 80 sene önce Los Angeles'ta yaşayan ailelerin (aynı soy isimli) sadece yüzde ikisi şu anda LA'ta yaşıyor. Biraz karışık gibi gözüküyor ama çok basit. Şu anda LA nüfusunu oluşturan insanların yüzde doksan yedisi buraya son 80 yıl içerisinde gelmiş. Bu çok önemli bir gösterge. Yani hepsi bizim gibi bunların. Yani biziz burayı bu yapan. Kimse size köklü bir aileden geliyorum derse inanmayın burada.

Tüm Amerika'da 1 ila 5 milyon dolar arası orta ve küçük sermayeli işlerin (Yani piramidin en büyük alt kısmının) yüzde doksanı göçmenler tarafından işletiliyor.

Bütün bu sayılar aslında Amerika'nın ilginç dinamiğini de gösteriyor.

Bu yazı aslında bundan sonra yazacağım bir seri yazının girişi niteliğinde. Yıllar içerisinde Amerika ve Hollywood macerası yaşayan pek çok arkadaşımın yada yaşamak isteyipte bana ulaşan pek çok tanımadığım insandan gelen mektupların hikayesi olacak bu seri. Aklımın erdiğince bildiklerimi ve tecrübemi aktarmaya calışacağım.