1 Temmuz 2007 Pazar

Arena Dergisi - Temmuz 2007


Beni Peter Jackson ile tanistir.

Bana tanımadığım insanlardan çok e-mail gelir.
Bahsettiğim "junk mail" değil! Haftada ortalama 10-15 arasında düşünelerek yazılmış ve benim de heyecan ile okuduğum mektuplardır bunlar. "Grafik tasarım" işini Hollywood gibi bir merkezde "icra" ediyor olmamdan kaynaklı... Pek çok tasarım öğrencisi ya da piyasada çalışan meslektaşlarım, desteklerini ve hedeflerini samimiyetle yazarlar bana. İçten yazılmış paylaşımlardır bunlar. Kimi mesleki sorular sorar, kimi akıldan yaptıkları sinema afişi tasarımlarını iletir, fikrimi sorarlar. Ben de zamanım olduğunca bu samimi sorulara cevaplar verir, bilebildiklerimi ve duygularımı paylaşırım bu insanlarla. Sadece Türkiye'den değil İrlanda'dan Bulgaristan'dan ve hatta Kazakistan gibi uzak diyarlardan mektuplar geldiği olur. Benim için çok önemli ve hassasiyetle (vaktim olduğunca) cevap vermeye calıştığım dostluklardır bunlar.

Bir de sadece Hollywood gibi bir merkezde "icra" ediyor olmam nedeniyle gelen e-mailler vardır.
Bunlar Brad Pitt ile tanışmak isteyenler, Hollywood'a gelip aktör olmak gibi parlak bir fikri olanlar, senaryosunu film yaptırmak isteyenler, air-condition reklamında John Travolta'yı oynatmak için fiyat almak isteyenler, Nicole Kidman'ı düğününe davet edenler gibi ortak kategoriler altında toplanması çok zor olan e-maillerdir.

Bunları da merakla ve bana neden böyle bir talep geldiğinin arkasında yatan mantık işleyişini anlamaya çalışarak okurum. Sanırım bir de teorim var bu tip insanlar ile ilgili.

Hayatın nasıl birşey olduğunu ve yapısını, yaşayarak öğrenmenin yanısıra, çoğunlukla başkalarının deneyimlerinden öğreniriz. Benim dönemimin ve (68 doğumluyum) benden eski kuşakların bu öğrenimlerinin en önemli kaynağı "edebiyat"dır. Kitap okumak benim kuşağımın en belirleyici değerlerinden birisiydi (zamanla benim kuşağımdan da pek çok insan bunu kaybetti).

Dostoyevski ile tanrı sorgulamalarını, sınıf farklılıklarını, adaletsizliği, Kafka ile bürokrasiyi, Camus ile yabancılaşmayı öğrendik.
Edebiyat ile başkalarının sevgilerini nasıl ifade ettiğini ödünç alırdık. Sevmenin acısını ya da coşkusunu okur, kendi yaşadıklarımızı daha iyi tanımlardık.
Bir kitap hızlı okursanız ortalama 1 günde, maksimum 1 haftada biter. Ama her harf okunur her satır izlenir. Bu okuma süreci bize hayatın zaman içerisinde oluşan bir gelişim olduğunu gösterir.

Oysa şimdi hayata dair öğrenimler ağırlıklı olarak sinemalarda ve evlerinde izlenen DVD'lerde aranıyor. Yani herşey 1.5 - 2 saat içerisinde özetleniyor. Her ne kadar görsellikle, müzikle ve sinemayı sanat yapan daha birçok değerle yüklense de kitap okumak gibi içsel ve birebir yapılan birşey olmaktan çok farklılaşıyor.

Kitap okurken siz kendi görsellerinizi kendi aklınızda oluşturur ve okuma süresince yakaladığınız ipuçları ile örersiniz. Ve bu, okumanın getirdiği uzunca zaman içerisinde hazmedilerek oluşur. Film izlemek kitap okumaya oranla daha eğlencelidir. Çünkü çabuk ve kolay tüketilir. Ama sizi pasif konuma yerleştirir.

Kitapsız bir sinema jenerasyonunun herşeyin filmlerdeki gibi kolay olduğunu zannetmesi sonucuna gelmek istiyorum.

Örnek; Bir boksörün hayatını konu alan bir film düşünelim. Genellikle boksör üç maçta yenildikten ve acılar çektikten sonra dördüncüsünde mutlaka kazanır. Ve izleyicinin aklında hep "mutlak başarı" kalır. Kimse
Muhammed Ali'nin Alzheimer hastalığı üzerine film yapmaz. Herkes onun başarısını hatırlamak ister. Oysa o hayatında başarıdan çok acılar yaşamıştır.

Örnek; Bütün kapılar yüzüne kapanır, oysa çok çalışkan ve iyi bir insandır. Ama dördüncüsünde birisi ona bir şans tanır ve hayatı değişir. Artık acıları bitmiş ve başarılı olmuştur. Kimse başaramayan sıradan olmayı tercih edenin hikayesini sinemada anlatmaz.

İşte yazının başında bahsettiğim bu ikinci tip emailler bu DVD neslinden gelir. Sanki Los Angeles'da hiç aktör ya da aktrist yokmuş gibi kendilerini o role ait görenler. Ve bütün meseleyi uzun bir koşu gibi değil de doğru adamı tanımak gibi çözenler.

Size bu e-maillerden pasajlar;
"......ilk senaryom olmasına rağmen ben çok beğeniyorum. Türkiye'de senaryomu okuyanlar algılayamıyorlar. Herşeyi Hollywood formatında yazdım. Bana yardımcı olup bu senaryoyu Peter Jackson'a okutabilir misiniz? Ya da oraya gelsem beni Peter Jackson ile tanıştırırmısınız. Onun beni anlayacağını biliyorum."

Buna cevap olarak Peter Jackson'u tanımadığımı ve tanısam bile buralarda ilişkilerin bu şekilde yürümediğini öncelikle Türkiye'de senaryolarının filme çekilmesinin doğru olacağı sonradan orada kazanacağı başarılar ile buralarda sektöre ufak ufak giriş yapılabileceğini söylememe rağmen aynı e-mail 40 kere iletmek (şaka değil) ısrarı…

Bir başka örnek;
"...Bildiğin gibi kitabım Türkiye'de çok büyük başarı kazandı. Önümüzdeki dönemde amacım bu kitabı bir Hollywood yapımı olarak görmek. Bu kitabın filmini en iyi Quentin Tarantino'nun yöneteceğine inanıyorum. Kendisine kitabımın İngilizce çevirisini iletebilir miyiz."

Bildiğin gibi Tarantino Hollywood'da yönetmenliğinden daha çok senaryo yazarlığı ile tanınıyor. O öncelikle iyi bir yazar sonra yönetmen sonra bir oyuncu. Bu bakış açısı ile herkes ona senaryo yazması için gidiyor. T'nin bir başkasının senaryosunu yönetmesi olasılığı çok düşük.

"Peki Robert Rodriguez olmaz mı..."

Peki bütün bunlar bir tarafa nedir iyi senaryo.

Ben bunun ustası değilim. Senaryo yazma tekniklerini öğreten çok kitap var. Fakat afişleri üzerinde çalıştığım yüzlerce filmin öncelikle senaryolarını okuduğum için sadece sezgisel olarak bir fikrim var.
Alanım olmayan bir konuda da ukalalık yapacak değilim. Hollywood sektörünün içerisinde yaşadığım ve çalıştığım için de genel olarak bir fikrim var bunu paylaşmak istiyorum. Bu işin ne dersini aldım ne de senaryo yazdım. Yazmaya cesaret edemeyecek kadar da zor bir iş olduğunu düşünüyorum.

Ankara'da geçirdiğim gençlik yıllarımda Amerikan, Fransız, İtalyan, İngiliz ve Alman Kültür derneklerinin gösterdiği hiçbir filmi kaçırmadığım için ve o günlerden kalma bir alışkanlık ile hala "arthouse" ve klasik filmleri done done izleme merakım olduğu için sinema sanatına alışveriş merkezlerinde cumartesi akşamı eğlencesi olarak bakanlardan biraz daha farklı düşünürüm.

İyi senaryo deyince aklıma Gazap Üzümleri, 'Godfather'lar, Casablanca, Blade Runner, Otomatik Portakal, Pulp Fiction, Amores Perros , Goodbye Lenin ve Crash (2004) gibi pekçok film gelir.

İyi senaryo konusunda daha kimsenin de hemfikir olduğunu görmedim. Herkesin kendisine göre bir doğrusunun olduğu bir konudur senaryo. Ama herkesin hemfikir olduğu tek bir nokta vardır. "İyi bir senaryodan kötü bir film yapılabilir ama kötü bir senaryodan iyi bir film yapılamaz". Senaryo bir yapının belkemiğidir. Bir filmin yapımı sırasında yönetmen, oyuncular, lokasyon ya da yapımdan sonra editör, müzik, filmin banyosu, sesi bir filmi berbat edebilir. Hepsinin üstünde egolar kaprisler bir filmin tadını en çok bozan baharatlardır.

Sinema bütün formüllerin çok zor yanyana gelip ender olarak başarı ile çözüme ulaşılan bir yapıdır. Yukarıda saydığım bir filmi oluşturan tüm insanların herhangi birisinin başarısızlığı bir filmi bitirebileceği gibi herhangi birisinin başarısı da bir filmi yükseltebilir. Lisa Gerard'in müziği olmadan bir "Gladiator" düşünebilir misiniz ya da Anthony Hopkins'siz bir "Remains of the Day"

Casblanca'da Humprey Bogart yerine Ronald Reagan'ın oynadığını düşünebilir misiniz. Ridley Scott'un Blade Runner'i orijinal adı ile gösterime sunduğunu (Do Androids Dream Of Electric Sheep)
Bunların hepsi bir yana asıl olan senaryo ve parlak fikirdir.

İyi senaryo yazmak ise tıpkı film yapımı gibi içerisinde pek çok başka dinamikleri barındırır. Bunların neler olduğunu isteyenler hocalardan ustalardan öğrenebilir. Bu benim konum değil. Benim ilgimi çeken ve sizinle paylaşmak istediğim Hollywood'un ilgisini çeken yeni senaryo trikleri.

Hollywood'un seveceği senaryo starların sevebileceği senaryolardır. Öncelikle bir star iyi performans çıkarabileceği ilginç bir karaktere bağlanırsa o filmin olmasını mutlaka sağlar. Bakınız Snatch ve Brad Pitt. Filminizin çekilmesini istiyorsanız iyi fikir ve iyi senaryonun üstüne hikayenizin en az bir aktör tarafından çok sevilmesi gerek. Bir aktörün de bir rolü çok sevmesinin tek yolu kendisini anlatmasıdır. Çünkü aktörler en çok kendilerini severler.

Hollywood'un seveceği senaryo lokasyonu geçtiği yerin hükümetinin film yapımı için destek vereceği senaryodur. Her ülke kendi ülkesinde film çekilmesi ve ülkesinin bir sinema platformuna dönüşmesi için yabancı yapımcılara destek bütçeler ve vergi indirimleri verir. Bunu da Los Angeles'teki Film Komisyonları ve Film Konseyleri aracılığı ile takip ederler. Amerikan hükümetinin New Orleans felaketinden sonra verdiği en önemli destek burada film yapmak isteyenlere verdiği nerede ise %50lere varan destektir. Eğer senaryonuz bu tip detayları bilinçli olarak barındırıyorsa diğerlerinden bir adım öndesiniz demektir. Dikkat edin önümüzdeki 1-2 yıl içerisinde New Orleans Louisiana'da yapılmış çok film seyredeceksiniz (Tony Scott'un Deja Vu'su gibi)

Bu formülü akıllıca kullanan projelerin başında geçen yılın en güzel filmlerinden Babel gelir. Meksika, Amerika, Morokko ve Japonya film komisyonlarından destekli bir filmdir.

Hollywood'un seveceği senaryo, içerisinde farklı ülkelerden oyuncuların oynadığı ve dillerin konuşulduğu senaryolardır. Çünkü film satışı açısından Amerika gösterimlerinin dışında coğunlukla diğer ülkelere filmler bir rakam üzerinden satılır. Bir Amerikan filminde bilindik bir Japon varsa bu filmi Japon dağıtımcılar daha çok para öderler. Henüz düzgün bir örneğini göremedik ama bir Hollywood filminde oynayan bir Türk oyuncunun Türkiye'de daha çok alıcısı olur gibi. Öz olarak iyi fikir ve iyi senaryo her zaman asıldır. Ama hiç bir şey dışarıdan gözüktüğü kadar basit değil, politikaları, stratejileri ve pek çok detaylarıyla bir bütündür.